ÖLMEK ÜZERE OLAN ÇOCUĞA MEKTUP / Arif AKKAYA

İkibinli yıllara çok az kala içinde bulunduğumuz ülke ve yaşantıdan memnun olmayabiliriz. Bunun için de, bir an önce ekipleşmeye ve bir an önce söylediklerimizi yapmaya yönelmekte fayda var.

Bizler, birkaç iktidar görmüş, ama yine bazı şeylerin değişmediğini görerek –ne yazık ki! Susan insanlarız. “Aslolan tiyatro” olduğu hep unutturulmuş bizlere, biz de yıllardır hep öyle sanıyoruz. Kişiye göre değişen politikaları, yönetim biçimleri, kadroya alınışlar, repertuar, gişeden başlayıp da sahneye yansıyan hal ve gidiş.

Tiyatroya olan sevgi ve disiplinin kalmadığını düşünüyorum. Herkesin memurlaştığı ve işlerin yürümediği bir yumak gibi önümüzde çözüm beklediğini görüyorum… Görüyoruz…

O zaman da şu çözüm önerileri geliyor aklıma;

  1. Yeni bir yönetmelik; çağdaş, bundan 100 yıl sonrasını düşünerek tasarlanacak. Bir beyin takımıyla oluşturulacak ve kişileri değil, tiyatroyu koruyacak bir yönetmelik.
  2. Yeni oluşturulacak yönetmelikle herkesin seçimle iş başına gelmesini sağlamak. Genel sanat yönetmenini, müdürü, ayniyat şefini, teknik müdür… vb gibi tüm yetkili kişileri demokratik bir seçimle iş başına getirmek.
  3. Repertuar kurulunun belediyeden bir an önce kaldırılması. Çağdaş, özgür bir yaratıcı ortam sağlanması, ancak o zaman mümkün olabilir.
  4. Deneysel tiyatroya ihtiyaç var şu zamanda. Adı ille deneysel olmayabilir, ama bu bir ekip işidir. Gönüllü bir ekibin oluşturacağı yeni aramalar, soluklar gerek tiyatroya.
  5. Yönetmen yetiştiren, teknik eleman yetiştiren, oyuncu yetiştiren bir tiyatroya ihtiyacımız var. Bunlar da, burs vererek, proje bazında oyun vererek, genç tiyatro yazarlarının katılımları ile gönüllü ekipler kurmakla olabilecek şeyler.
  6. Tiyatronun tekniğini çağın düzeyi üstüne çıkarmak gerek. Yalıtım sistemi olmayan sahnelerimizle sezonu açmak değil, çağın tekniğini taşıyan sahnelere ihtiyacımız var.
  7. Tiyatro yönetmenlerinin oyun seyreden, fikir yürüten, katılımcı insanlar haline gelmesini düşünmek… sağlamak, usta-çırak ilişkisini kullanmak.
  8. Tiyatronun repo günleri olan pazartesi-salılarını projesi olan insanlara vermek. Tiyatroyu yirmidört saat yaşanılır bir kültür evi gibi yürütmek. Bu da kurulacak gönüllü ekiple olabilir ancak.
  9. Sınavla tiyatroya kişiler nasıl bir seçmeye tabi tutuluyorsa, kadrolu insanların da bir seçmeye tabi tutulmalarını sağlamak. O zaman, sanatçının bir yaratıcı olması beklenebilinir.

Birlikte el ele vererek tiyatroyu dileğiyle.

 

ŞEHİR TİYATROLARININ SANAT-KÜLTÜR POLİTİKASI VE YENİDEN YAPILANMA / Beklan ALGAN

Bir kamu kültür, sanat kurumu olarak İBŞT’nin çağdaş kimliğini kazanabilmesi için, uygulayacağı sanatsal ve idari yapılanmanın en önemli yol gösterici ilkesi, saptayacağı kültür-sanat politikası’nda yatar.

Bu politika en net ve belirtgen biçimde ortaya konmadıkça, yapılacak yeni plan ve uygulamalar amaç ve özden yoksun bir biçimselliğe mahkum olacaktır.

Kurumun sanatsal-yönetsel yapılanması böylesi bir politikanın kapsamında gerçekçi ve geçerli işlevini kazanabilir. Bu anlayışı iki noktada toplayabiliriz:

Dikey Düzlem: Tiyatro sanatının tüm öğelerinde çağdaş niteliği yakalamak. (Bu konu diğer bildirimde ayrıntılı olarak açıklanmıştır).

Yatay Düzlem: Nicelik açısından tüm etkinliklerimizi oyunlar dizisi sınırını aşarak seyircimizle kültürel ilişkiye girmek ve özellikle de kurulacak seyirci kulüpleri kanalıyla onları kültürel ve sanatsal çalışmalarda katılımcı kılmak.

Böylesi bir yaklaşım seyircimizin toplumsal ve kültürel kimliğini saptamakla başlar. Örneğin çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu bugünkü seyircimizin yaratıcı potansiyelini keşfedip, destekledikçe, eldeki sanatsal, teknik ve idari kadrolarımızı, bütçesel olanaklarımızı, gerekirse de yenlerini açmak üzere yerleşik tiyatro binalarımızı, değişken oyun alanlarımızı, en üretken ve yaratıcı biçimlerde kullanmanın yol ve yöntemlerini bulmuş olacağız.

Titizlikle ele alınması gereken bir başka konu da, toplumumuzda süregiden tiyatro çalışmalarının, gerek maddi, gerekse sanatsal yönden boş bırakıldığı alanların doldurulmasıdır.

Böylesi geniş kapsamlı bir kültür-sanat kurumunun politikası, kurumun elemanlarının, hedef, amaç birliğinde buluşmasında ve katılımcı rol oynamalarında itici bir güç olacağı kanısındayım. Yönetici kadronun tiyatromuz elemanlarıyla, sürekli bir iletişim içinde olması üretim-yaratım sürecine “coşku” katacaktır.

İnsan ilişkileri sanatı olan tiyatro, kendi kurumu içindeki ilişkilerinin en üst düzeyde insanca olması, sürekli gündemde tutulmalıdır. Yoksa sanatımız ana niteliğine ihanet etmiş olur. Amacımız bireysel, toplumsal ve sanatsal değerlerin zirvesinde buluşmak ve bu noktayı hep canlı tutmak olmalıdır. Sanatçı sorumluluğumuz anlam ve soluk bu kaynak tiyatro etiğidir.

Kurumumuzun yönetsel kadrosu bu doğrultuda bir kültür-sanat politikasını yüklenecek durumda olmayacaktır. Zaten tiyatromuz bugünkü çalışmalarını bile merkezden yönetim sistematiği içinde yürütürken kısır kaldığı görülen bir gerçektir. Bu gerçeğin ışığında yeni bir yönetsel yapılanmaya gitmek kaçınılmazdır. Bu yeni sisteme ışık tutacak en değerli malzeme, yakın geçmişimizde yaşadığımız yerinden yönetim deneyidir. Bu sürecin olumlu, olumsuz ve eksik yönleri, günümüz koşullarıyla değerlendirilerek, yeniden yapılanmanın ilkeleri araştırılmalıdır.

Bildirimin başında önemle altını çizmeye çalıştığım gibi, kurultay son bulur bulmaz saptanacak net bir kültür sanat politikasının ışığında “yeniden yapılanma” araştırmalarına hemen başlanmalıdır.

 

TİYATROMUZUN SANATSAL BİRİMLERİ ÜZERİNE / Beklan ALGAN

Tiyatromuzun bazı birimleri üzerine önerilerim şunlardır:

  1. Tiyatromuzun yarınını var edecek genç yevmiyeli ve stajyer arkadaşların durumlarını aydınlığa kavuşturmak amacıyla kesinleştirilmesinde yarar gördüğüm noktalar;
  • Oyunlarda ilk defa görev alacaklarda aranılan nitelik, mesleki diploma mı? Yoksa yetenek mi?
  • Tiyatromuzda çalışmaya başladıktan sonra, en çok kaç yıl içinde değerlendirilerek, bir üst kadroya alınacaktır? Bu süre aşımında yönetimin tavrı ne olacaktır?
  • Yevmiyeliden stajyere, stajyerden kadroya geçerken ki değerlendirme kıstası en nesnel biçimde olmalıdır. Bunun için de:
  1. Yıl içinde çalıştığı yönetmenlerden, tiyatro sanatı ve etiği açısından görüşlerin alınması gerekmektedir.
  2. Yaz süresine uygun düşecek zaman içinde, uzman eğitmenlerin yönetiminde yoğun atölye çalışmalarının düzenlenmesi, gerek mesleki gelişim, gerekse sanatsal değerlendirme açısından yararlı olacaktır.
  1. Yurdumuzda kendine özgü eğitsel çalışma olanağı bulamayan, bu çok önemli ve sorunlu tiyatro dalında çalışmak isteyen yeni yeteneklere, hiç değilse usta-çırak ilişkisini oluşturmak gerekir. Bu konuda;
  1. Söz konusu sanatçı ilk çalışmasına deneyimli bir yönetmenin yanında sanatsal yardımcı olarak başlamalıdır. Kurumumuzda böylesi bir sanatsal yardımcı müessesesi yoktur.
  2. Bu aşamadaki çalışmalarının gelişimi ışığında, kendisine bir yönetmen olarak bir oyunun sorumluluğu verilmelidir.
  3. Yönetmenlik çalışmalarının gereksinim duyulduğu sürede, birlikte çalıştığı veya istediği başka bir deneyimli yönetmenden danışman olarak yararlanır.
  4. Yönetmenlik sanatının çağdaş sorunlarını ele alacak kuramsal ve uygulamalı atölye çalışmalarına katılır.
  1. Tiyatronun hiç değilse düşünsel-kuramsal kapsamda beyni olması dramaturji biriminin saptanmış bir kültür-sanat politikasıyla birlikte;
  1. Dünya tiyatrolarında oynanan, yazılıp da oynanmamış olan oyunları ve tiyatro sanatını etkileyen diğer sanat dallarında ve estetik yeni gelişmeleri izlemek amacıyla tüm yayınların sağlanması gerekir.
  2. Böylesi bir çalışmayı tüm gereksinimleri içinde ilerleyebilmesi için birimin tüm çalışanlarının en az üç dil donanımının sağlanması gerekir.
  3. Yazın dramaturjisinin ötesinde gösterim, oyuncu, mekân ve seyirci dramaturjisinde öneriler getirecek durumların sağlanması gerekir.
  4. Tiyatronun yıllık repertuarının saptanma aşamasında, tüm dramaturgların ayrıntılı görüşlerinin alınması gerekir.

 

ŞEHİR TİYATROLARINDA YERİNDEN YÖNETİM / Uğurtan ATAKAN

Sayın Şehir Tiyatroları çalışanları,

 Yurdumuzun en eski ekinç (kültür) kurumlarından olan Şehir Tiyatrolarımız, önemli bir kurultayı gerçekleştirmektedir. Bu önemli etkinlikte bulunmaktan övünç duymaktayım. Sizler de sanırım bu övüncüme katılmaktasınız.

“Bu diyâr,  toprağından zeytin ağacı kadar bol tiyatro da fışkırtmış kültüre teşne bir diyârdır”.

Haldun Taner’in bu güzel saptaması bizlere onur vermektedir.

Yurdumuzun toprağından bir yansıma olan Şehir Tiyatrolarımız konumu ve işlevi gereği çok önemli bir yer tutmaktadır sanat dünyasında. Seksen yılı aşan yaşı da, bu olgunun en belirgin kanıtıdır.

Sanatsal bağımsızlığımız, vazgeçilmez ve değişmez amacımızdır.

Bu kapsam içerisinde, yerinden yönetim yönteminin devingenlik getirmesi kabul edilebilir bir gerçektir.

Oluşturulacak yerinden yönetim birimleri sürekli soluyan, yaşayan sanat özerkleri (merkezleri) konumunu getirecektir.

Daha önce uygulanan yerinden yönetim yönteminin doğruları yanlışları incelenerek üzerinde önemle durulmalıdır.

Yirmi birinci yüzyılın yeniliklerini, coşkusunu çoğaltmak en büyük dileğimiz olmalıdır.

Yerinden Yönetim Yönteminde, tiyatro sanatının dışında sanatsal etkinlikler olacaktır.

  1. Söyleşiler
  2. Sergiler
  3. İmza günleri
  4. Diğer tiyatrolar ile iletişim.

Sayın Şehir Tiyatroları Çalışanları,

5434 sayılı Emekli Sandığı Yasası’nın “Fiili hizmet zammı süresi”ni düzenleyen 32. Maddenin F bendinde belirtilen “Devlet Tiyatroları Sanatçıları” tanımının yanına Şehir Tiyatroları Sanatçıları tanımının da eklenmesi gereklidir.

Bu gereğin yerine getirilmesi için girişimlerin zaman yitirmeden yapılması kurumumuzun yararına olacaktır.

Kurum çalışanlarının sorumluluğunun bir boyutu da var olan dayanışma kavramını çoğaltmak olmalıdır. Çoğalan dayanışma olgusu geleceğimizin en önemli güvencesidir.

Yarınki izleyicilerin yetişmesinde, kuşkusuz Çocuk Oyunlarının büyük bir işlevi vardır.

Oluşturulacak Çocuk Oyunları birimi, uzman çocuk bilimciler ve gönül vermiş sanatçılarla devinim kazanacaktır.

Yayınlar konusunda ise, birincil isteğim, tiyatrolarımızca oynan ama basımı yapılmamış oyunları kitaplaştırmaktır.

Saygılarımı sunarım.

 

ŞEHİR TİYATROLARI, YASA VE YÖNETMELİKLER Karabey AYDOĞAN

Sayın delegeler, değerli konuklar, tiyatrolarımızın değerli çalışanları.

Şehir Tiyatrolarının dünü 1914’lerde saklıdır. Zor dönemlerde sanatın, özellikle de mizahın atağa geçtiğini bildiğimize göre bu tarihin neden seçildiği de anlaşılabilir.

Darülbedayi kuruluşunda idari anlamda özerk bir yapıya sahiptir. Mali anlamda ise Şehremaneti’nden yardım almaktadır. Diğer Mali ve İdari yapıyı kendi oluşturuyor. Aynı zamanda bir okuldur. Diploma veriyor.

1915 yılındaki bu yönetmelikten sonra, çalkantılar, tartışmalar yaşanır. 1921 yılında yeni bir yönetmelik yapılır. Bu yönetmelik de beklenen huzuru sağlamaz. Belediye ile problemler yaşanır. 1926 sonlarında yeni bir düzenlemeye gidilir. 1930 yılı, belediyecilik açısından olduğu kadar, Şehir Tiyatrosu açısından da çok önemli bir yıldır. Şehir Tiyatrosu adını bu yıl alır. Artık resmen Belediye’ye bağlı bir müdürlük halini almıştır. Bu tarihten itibaren 1949 yılında “Devlet Tiyatrosu Kuruluşu Hakkında Kanun” çıkıncaya kadar mevcut belediye ve kendi mevzuatı ile yönetilir.

Devlet Tiyatroları Kanunu 1949’da çıkar. Özellikle 1970 yılında büyük değişiklikler geçiren yasa bir boşluğu doldurmuş ve Şehir Tiyatrosu’na da emsal teşkil etmiştir. Aynı yıl Şehir Tiyatrosu’nda yeni bir yönetmelik görüyoruz.

Bu yönetmeliğe her yıl seçimle bir “İntendant” seçilir. İntendant, sanatsal tüm yetkilerle donatılmıştır.

Bu yönetmelik turneleri izne bağlar. Ancak katılanlara ücret ödenmez. Hasılat paylaştırılacaktır. Kıdemli sanatçılardan İndendant ve Müdürden oluşan bir kurul vardır. 1958’lere kadar bu şekilde devam eder. Bu sırada ciddi yapılanma tartışmaları yaşanır. Tartışmalar 1960’da biter.

1961’de yeni bir yönetmelik çıkar. Bu yönetmelikte 1950’li yıllardaki tartışma, yetki çalışmaları ve fiili durumların yansımalarını görmek mümkündür. Daha merkeziyetçidir. Sanat işlerinden sorumlu bir Baş Rejisör ve İdare Heyeti vardır. İdare Heyeti’nin başkanı Müdür’dür. Baş Rejisör tabii üyedir. 1965’lerde belediye tekrar Denetleme Kurulu ile yönetime müdahale eder.

1949’da çıkan ve çok yetersiz kalan yasa 1970 yılında büyük değişiklikler geçirir. Şehir Tiyatrosunun sanatçıları da Devlet Tiyatrosunun sanatçıları ile yaklaşık aynı statüye getirilir (1/3/1975).

Şehir Tiyatrosunun sanat kadroları artık bir çeşit sözleşmeli memurdurlar. 1987’de Bakanlık Kurulu kararı ile netleştirilen ve halen kullanılan bu sistem Devlet Tiyatroları ile de aynılık kazanmıştır. Ancak emeklilik işlemlerinde Devlet Tiyatrosu sanatçıları lehine “fiili hizmet zammı” sorunu henüz Şehir Tiyatrosu bakımından çözülmemiş bir problem olarak karşımızdadır.

Tiyatromuzun son yönetmeliği 1981 tarihini taşır. Bu yönetmeliğin çıkarılma nedeni tarafımızca bilinmemekte ise de sürekli yaşanan çalkantılarla açıklanabileceğini sanıyoruz.

Yeni yönetmelikte idareyi Müdür, sanatsal yapıyı ise Genel Sanat Yönetmeni temsil eder. Genel Sanat Yönetmeni Yönetim Kurulu’na da başkanlık etmektedir.

Bu yönetmelikte 1985 ve 1990 yılında yapılan değişikliklerle Sanat Yönetmeni’nin yetkileri artırılmıştır. Ancak Belediye Başkanlığı’nın Yönetim Kurulu’na üye atama yetkisi tiyatro tarafından istenmemiştir.

Buraya kadar Şehir Tiyatrolarının yönetsel yapısı ile ilgili kısa bilgiler vermeye çalıştık. Bugün durum nedir? Şehir Tiyatrosu özellikle fiziksel, yönetsel ve mali olarak nasıl bir kurumdur? Bunları irdelemeye çalışacağız.

1. Şehir Tiyatroları 1930’dan bugüne İstanbul Belediyesi’nin bir müdürlüğüdür. Şehrin pek çok semtinde salonları, depo ve atölyeleri ve 600 kişiye yakın personeli ile hizmet açısından muhatap olduğu seyirci sayısı vb düşünüldüğünde bu örgütlenmenin ihtiyaca cevap vermediği açıktır.

2. Kuruluşundan bugüne özellikle hiçbir olaydan söz etmeden yansıtmaya çalıştığımız yönetmeliklerden anlaşılacak bir şey daha var. Şehir Tiyatroları yapısı içinde bir ikili yönetsel yapı var. Bunlar; idari ve sanatsal birimdir. Kurum tarihi boyunca bu iki yapı arasında bir yetki uyuşmazlığı, yetki kavgası, yetki aşımı veya gaspı diyebileceğimiz problemler yaşanmıştır. Pek çok yönetmeliğe de bu problemler yansımıştır. Öyle ki yönetim dönenimizin başında kurumda iki çeşit yönetim şeması olduğunu gördük. Bu şemaların birini Genel Sanat Yönetmeni, diğerini ise Şehir Tiyatroları Müdür hazırlamış. Belki bir orta yol bulunur diye bu ikisi dışında bizce yönetmeliğe de uygun bir üçüncüsünü de hazırladık. Oda kabul görmedi. Bir kurum düşünün ki yöneticileri yönetim organizasyonunda bile kesinlikle anlaşamıyorlar. Böyle ne bir devlet, ne bir sanat kurumu ne de özel bir kurum olabilir.

3. Çağımızda her mesleğin bir okulu olduğu malumunuzdur. Artık berberin, terzinin, demircinin, sanatçının, öğretmenin vb herkesin okulu vardır. Bu okullarda eğitim gördürülen insanların, yarın alanlarında yapacakları hizmetlere, gördükleri eğitimi yansıtacakları varsayılır. Dün Darülbedayi diploma veriyordu. Okul yoktu, okul sayılırdı. Ama bugün diploma başka bir yerden alınacaktır. Dünü bir kenara bırakalım. Şehir Tiyatroları’nda 1996’da durum şudur: Sanat kadrolarının pek çoğunda konusunda hiçbir eğitim görmemiş pek çok eleman kadrolu kadrosuz istihdam edilmektedir.

İlkokul mezunu Sanat teknik Müdürü olur mu? En azından yüksek mimar, tercihan deneyimlisi olmalıdır. Pek çok memur hiç ilgisi yokken ve hiçbir formasyon aranmadan sanatsal kadrolara alınmıştır. Muhasebede memurluk yapan kuaför ve sahne teknisyenlerimiz vardır. Sanatsal kadrolarda yasal veya sanatsal hiçbir kıstas bulamazsınız. Sanat kadrolarını böyle dağıtınca, onların yerine başka insanlar çalıştırıyoruz. Böyle bir istihdam anlayışı ile çağdaş sanatsal üretimin nasıl yapılabileceğini de takdirlerinize sunuyorum.

Bu konuda söylenebilecek bir şey daha var. Eğer bu sanat kadrolarına eğitimli insanları almayacaksak, okullara ne gerek var? Eğitimli bu insanlara ne öneriyoruz?

4. Şehir Tiyatrolarının sanatsal kadroları her unvan için tek tek bellidir. Bu konuda da uygulamanın yanlış olabileceğini düşünüyoruz. Sanatsal alanlarımızda hem sanat kadrolarında yaptığı işin uzmanı olması gereken sözleşmeli personel, hem de işçilerimiz çalışmaktadır. Çok yaygın olarak başvurulan bu yolun birçok sakıncası vardır:

  1. Sanatsal kadroların ücretleri farklı ölçülerle tespit edilir ve çalışmalarında zaman mevhumu katı kurallara bağlanmamıştır. Oysa İş Kanunu kapsamında ve Toplu Sözleşme ile çalışan işçiler için, gerek ücret ve diğer haklar ve gerekse çalışma düzeni buna uymaz. Dolayısıyla tatil günlerinde çalışma, fazla mesai yaptırma ve bunları ödeme ve özellikle aynı işi yapan insanların farklı şekilde ücretlendirilmesinde çok ciddi problemler olduğunu da dikkatlerinize sunarım.
  2. Özellikle sanatsal eğitim ve tecrübeleri olması gereken sanat teknik kadroları yerine işçi çalıştırmanın sanatsal yaratıcılık ve verimlilik açısından da olumsuz bir durum olduğunu da kabul edilebilir bir düşünce olarak savunmak istiyorum.

5. Yönetmeliklerimizde birbirini sıra ile kovalayan Şehir Tiyatroları Müdürü ile Genel Sanat Yönetmeninin temsil ve yetki paylaşımı da bu yapının önemli bir handikapı olarak görülmelidir. Anlaşılıyor ki, Tiyatro Müdürleri ile Sanat Yönetmenleri (İntendant veya Baş Rejisörü) arasında sürekli olarak bu problem yaşanmıştır. Mevcut ikili birliğin bu problemi bu haliyle yaşatmaya daha da aday olduğunu düşünüyoruz.

Buna rağmen Türk idare sistemi ve belediyenin idari örgütlenmesi içinde başka bir yapı bulunamaması olasılığı vardır. Böyle bir durumda da yapılabilecek olumlu şeyler olmalıdır. Bu ikili yapıyı barışık ve hizmete yönlendirilmiş bir birlik haline getirmenin bir yolu bulunmalıdır. Bu yolun ise, kurum birimlerinin yetkilerinin açıkça tanımlandığı ve yetki aşımı ile yetki tartışmaların önleyen, herkesi kendi alanında çalışmaya sevk eden bir yapının oluşturulması olduğunu sanıyoruz. Aksi halde bu tartışmanın bitmesi mümkün görünmüyor. İdari ve sanatsal temsilin birbirine karıştırılmaması gerektiğini de bilgilerinize sunarız.

6. Her ne kadar sanatsal bir üretim için kullanılması zorluklarla dolu ise de, tiyatrolarımızın her türlü ihtiyacı Devlet İhale Kanunu kapsamında karşılanmaktadır. Kanun koyucu bazı kurumlara özel statüler (örneğin toplu taşıma, su ve kanalizasyon idareleri gibi) getirmiş olmasına rağmen Kamu Sanat Kurumları için bunu öngörmemiştir. Bu durum da sanatsal çalışmayı ağırlaştırıcı bir etmendir.

7. Gerek çok eskimiş olan 1380 Sayılı Belediye Kanunu, gerek 657 Sayılı Devler Memurları kanunu, Devlet Tiyatrosu Kuruluş Kanunu, İhale Kanunu vb mevzuata Şehir Tiyatroları zorla yamanmış, esastan tanımlanmamış ve Kuruluş Kanunu olmayan kurumlardır. Yasalardan birbiri ile çelişen pek çok konu bulmak mümkündür. Hatta yaklaşık aynı mevzuatı uygulayan Devlet Tiyatroları ile de pek çok fark bulunmaktadır. Bu yasal boşlukların doldurulmaması halinde gidiş yönünün daha iyi olamayacağını söylemek kâhinlik sayılmamalıdır.

8. Halen uygulanmakta olan ve iki kez değişiklik geçirmiş olmasına karşın pek uygulanamayan yönetmeliğimiz ise tam bir hilkat garibesidir. Yetki dağıtımında kadro oluşturmaya, temsilden, disiplin hükümlerine kadar mevzuata aykırı pek çok hükmü barındırmaktadır. Bunlardan özellikle iki konu var ki söz etmeden geçilemez.

  1. Bilindiği üzere memurlarla ilgili Disiplin Hükümleri 657 Sayılı Yasanın 125. Maddesinde düzenlenmiş ve buna bağlı olarak her kurumun disiplin amirleri ve disiplin yönetmelikleri ayrıca düzenlenmiştir. Yönetmeliğin disiplin hükümlerinin ise bir biçimde 657 Sayılı Kanuna uygun olması gerekir. Nereden ve nasıl alındığı anlaşılmayan bu maddeler daha sonra Başkanlık Makamınca kaldırılmış ve 657 Sayılı Kanun Hükümlerinin uygulanmasına başlanmıştır. Ancak bu kez de disiplin amirleri ve uygulamadaki problemler önümüzde durmaktadır.
  2. Yönetmelikteki bir diğer konu da sanat kadrolarının özellikleri, öğrenim dereceleri ile ilgili olarak, derli toplu tanımlamaların bulunmayışıdır. Devlet Tiyatrosu Görev ve Çalışma Yönergesi bu konuda daha olumlu ölçüler getirmiş olmasına rağmen; bunlar da çağımızın yönetim anlayışına cevap verecek durumda değildir.

Bu konuda mutlaka yeniden değerlendirilerek açık tanımlamalar yapılmalı. Tersinin uygulanmaya devam edilmesi halinde keyfiliğin önüne geçilmesi hayaldir.

9. Yevmiyeli personel durumu ise başka bir problemdir.

Esasen yönetmelikte ve Bütçe Kararnamesindeki bir hükme dayanarak istihdam ettiğimiz figürasyon elemanlarının istihdamının da yanlış olduğunu düşünüyoruz.

Figürasyon, bir oyun için olması gerekir. Yani bir oyunla ilgili yardımcı oyuncu, yardımcı dekoratör vb olmalıdır. Ve gerçekten amacına uygun olarak, ihtiyaç olduğu süre ile sınırlı olarak çalıştırılıp, bu süre sonunda görevi bitmelidir. Bu süre ise o sanatsal gösteri ile sınırlı olmalıdır. Oysa yapılan bunun tam tersidir. Bütün alanlarda, sürekli (hatta birçok yıl) yevmiyeli insanlar çalıştırılmaktadır. Çok değişken olması gereken sayı artık sabit ve sürekli bir sayıya ulaşmıştır. Böyle bir uygulamanın sanatsal bir açıklaması olacağı şüphelidir. Yanlış olan bu uygulamadan sürekli zarar gören ise kurumun kendisidir, üretimidir. Yapı giderek hantallaşmaktadır. Yasal veya sanatsal her türlü ölçü törpülenmekte, aşınmakta, aşılmakta, yok edilmektedir. Ortaya hiçbir kuralı kalmamış, keyfi yönetilen bir kurum çıkma ihtimali giderek artmaktadır.

Kuruma sahip çıkma, kurumun sanatsal ve idari kurallarını koruma, geliştirme, mallarını ve çalışmalarını korumak, israfı önlemek, adam kayırmamak, öncelikle kurum için çalışmak, kurumu fırtınalı günlerde sığınılacak bir liman gibi görmemek, tiyatro ahlakını öne çıkarmak ve daha pek çok konu ve pratik uygulamayı anlatmaya zaman olacağı kanaatinde değilim.

Son Söz: Sonuç olarak bugünkü yapıdan memnun olmak ve övmek idaremiz için zordur. Kuşkusuz toplantılar birbirimizi veya kendimizi övme yeri değildir. Burada, çok kısıtlı bir zamanda, gördüğümüz ana sorunları bir yöneticinin açısından irdelemeye çalıştık. Çözüm yollarını sistematik olarak anlatmadık. Ama tartışmaya açtığımızı düşünüyoruz.

Her türlü önyargının ötesinde, yarının çağdaş toplumunda bir kurum olarak ayakta kalmanın çok kolay olduğunu sanmıyorum. Zordur ama mümkündür. Buna çalışmalıyız. Herkese olumlu çalışmalarında başarılar diliyorum.

 

BİR ŞEY DİYELİM ARTIK / Can DOĞAN

“Soğuk bir Ocak günü, yaklaşan dünya savaşının gerginliğindeki İstanbul, Şehzadebaşı’nda ünlü Direklerarası’nın Beyazıt’a açılan ucundaki Letafet Apartmanı’nın ikinci katında tutkulu bir telaş var. Biraz sonra perde açılacak. Darülbedayi’nin Tatbikat Sahnesi ilk gösterisini sunacak. Duvardaki takvim yaprağında 13 Ocak 1915 yazmaktadır…”

70. Yıl kitabından aynen aldığım bu satırlar, yaz aylarında her bir kasabasında büyük şamata ile “1. Uluslararası Geleneksel Bilmemne Festivali” gerçekleştirilen bir ülkede, bizim ülkemizde, birincisinde nasıl geleneksel olduğunu anlayamadığımız şamataların inadına “Çürük Temel” seksen yılı aşkın zamandır perdelerini açmaya devam eden ve devam etmesini umduğumuz Darülbedayi’nin sağlam temelidir.

Şaka değil, hiçbir şeyin sürekli olmadığı, istikrar kelimesinin Uğurtan Atakan’ı kızdırmaktan başka bir işe yaramadığı bir coğrafya üzerinde seksen yılı aşıp gelmek… Ve seksen yılı aşkın yaşamı boyunca hep delikanlı hep genç kız olabilmek… Darülbedayi bunu başarmıştır.

İyi de mesele ne o zaman, ben ne arıyorum bu kürsüde?

Mes’ele bu delikanlının bu her dem güçlü ve yakışıklı, genç kızın her dem bakımlı ve amiyane söyleyişle fıstık gibi olmasıdır.

Öyle midir?

Kurumlar da insanlar gibi, oldukları değil, hissettikleri yaşlardadır. Peki bizim kurumumuz, kimlik kartını cebimizde taşımaktan, her an adını telaffuz edip mensubu bulunmaktan gurur duyduğumuz, kimi zaman böbürlendiğimiz Darülbedayi, sizce fıstık gibi bir genç kıza, ya da reklamlarda gördüğünüz o yakışıklı delikanlılara benziyor mu?

İşte iki gün boyunca bunu tartışacağız… Elbette ağırlıklı olarak yolunda gitmediğine inanılan şeyler gündeme getirilecek ve bunlar tartışılacak…

Tabii bu yapılırken, her biri maaşlarımıza bir, birbuçuk milyon lira civarında etki edecek puanları verme durumunda olan kişilerin kızdırılmaması, seslendirme ve kurum dışı çalışmalar ile ilgili kişi ve kurumlara ayıp edilmemesi ve kimsenin canının sıkılmaması için uzun ve anlaşılmaz cümlelerle, yıllar yılıdır değişmeyeceğini, hatta iyileştirmeye bile gidilmeyeceğini bildiğimi< yönetmelik, özel yasa, yerinden yönetim gibi kısır konulara girilecek… demiyorum…

Demiyorum, çünkü bunlar da artık tartışılmalı. Çünkü bizler asal işimizi aksatmadan tiyatro yapan insanlar değiliz.

Darülbedayi, yani Güzellikler Evi, adına yaraşır çalışmalar yapmalı ve insanlara güzellikler sunmalı. İşte bütün mes’ele bu.

Gaziosmanpaşa’da güzel olan Harbiye’de kimi zaman pek vasat bulunur, Harbiye’de güzel olan Fatih’te anlaşılmayabilir… Cep Tiyatrosu’nda kıyamet koparan bir şey on onbeş metre ötesindeki büyük sahnede yadırganabilir… Ama biz ne yapıyoruz? Oyunlarımızı dama tahtasına pul yerleştirir gibi yerleştiriyoruz. Oysa satrançta yerleştirildiği gibi yerleştirsek köşelere kaleleri, kalelerin yanına atları, onların yanına da filleri yerleştirir, şahla veziri de ortaya koyardık… Şimdi denebilir ki; bizim her oyunumuz şahtır, her sahnemiz saraydır… I-ıh değildir… Kendimizi kandırmayalım… Çünkü kendimiz kandırsak bile Fatih Tiyatrosu’nda elli metrekarelik bir saray odasında elli kişinin itiş kakışını, Harbiye’de 150 metrekarelik bir gecekondu odasında iki kişinin birbirine ulaşmak için maraton koşmasını seyretmek zorunda kalan seyircimizi kandırmamız mümkün değildir…

Kulislerde söylenenler aklıma geldiğinde burada alkış olması gerek…

Türk mizahının büyük ustası Suavi Sualp’ten arak cümleyle, “Ben küçük bir insanım, benim dertlerim de küçüktür, büyük dertlerle uğraşmayı da büyük insanlara bırakıyorum”. Ama, eğer harbiye ya da Kadıköy Tiyatrosu’nu benim idareme verecekseniz yerinden yönetimden yanayım. Hatta Fatih, Üsküdar, Gaziosmanpaşa, hatta Cep Tiyatrosu’na bile razıyım. Olmuyorsa kırk elli spot, mütevazı bir ses düzeni, sekiz on sanatçı, beş altı teknik adam ve başkalarının parasını harcamamı sağlayacak yüz, yüzelli metrekarelik herhangi bir yer verseniz de ben yerinden yönetimden yanayım… Yeter ki yerinden yönetim sisteminde benim de yöneteceğim bir yerim olsun…

Netice itibariyle ölene yahut emekli olmak zorunda kalacağım 2029 yılına kadar yasal platformda benim yöneteceğim tartışılamayacak bir yerim ve kadrom olsun yeter… işte ben o zaman yerel yönetimden yanayım…

İngilizler bin yıldır “böl ve yönet” derken Şehir Tiyatrosu sanatçılarının dört beş arkadaşımıza, bizim vergilerimizde ayrılan parayla, emekli olana kadar özel tiyatro patronu olma imkanı vermek için “Bizi bölün ve öyle yönetin” diyeceklerini pek sanmıyorum. Çünkü bölünmenin sonu pek gelmez… Darülbedayi binaların, semtlerin, kişilerin değil, İstanbul’un tiyatrosu olduğu için seksen yıl dimdik ayakta durabilmiştir…

Başkalarının parasıyla tiyatro yönetmek hak ve özgürlüğünü bana vermeyeceksiniz; benim dertlerim yönetmelik, yasa falan değil. Çünkü bunlar hangi cümlelerle yazılırsa yazılsın, önemli olan uygulamadır. Dünyanın en kötü yönetmeliğiyle bir kurum pekâlâ çok iyi yönetilebilir. Ve elbette dünyanın en mükemmel yönetmeliğiyle bir kurumun çok kötü yönetilebilmesi de mümkündür. Hatta hiç yönetilememesi de… Önemli olan, kâğıtlarda yazılı şeyler değildir. Önemli olan, yazılı olsun ya da olmasın aklın yolunu hayata geçiren yöneticilerdir.

Düşünün ki, demokrasinin beşiği olduğu söylenen İngiltere’de hala kral vardır ve bir anayasası yoktur!

Konusu insan olan tiyatrolarda işletmecilik yapmanın çok zor olduğunu inkâr edebilmek, herkesin hamlet olmak istediği bir meslekte adının karşısında “II. Nöbetçi” yazılması gereken bir insanı mutlu etmek kolay değildir, hatta belki mümkün de değildir. Ama oyunun kuralları bunu gerektirmektedir.

Bunlar nasıl çözümlenebilir?

İkna yöntemiyle!

Lütfen artık repertuarımızı Mayıs’ta belirleyelim ve rejisörlere zaman tanıyalım. İdarenin ilgili birimleriyle eşgüdümlü bir çalışma sonucu Haziran’da rol dağılımları hakkında herkesin bir fikri olsun… Rejisörlere oyuncularına rollerini anlatma imkânı tanıyalım. Ve daha önemlisi rejisörlere hangi oyunu koyacaklarına karar verme şansı tanıyalım. Oyun değil, proje üretelim. Yılın iki ayı çalışıp on ayı işsizlikten ve sıkıntıdan patlayan rejisörlerimizin bu on ayı araştırma ve gelişme için değerlendirmelerini teşvik edelim…

Önyargılarımızdan sıyrılalım… “Hadi canım falanca da bilmem ne oynayabilir miymiş”, “Filanca kim, bilmem hangi oyun kim” saplantısından kurtulalım.

Seksen yılı aşan tarihimiz boyunca “İşte bu rol tam filancalık!” diye karar verip de başarısız olmadık mı hiç? Bunun tersi de mümkün… Oniki yıldır mızrak tutan Nergis Çorakcı ile aslı İçözü ilk başrollerinde ödül kazanmadılar mı geçen yıl… Üstelik bu iki sanatçımız bunu gala yapma zahmetine bile girmediğimiz iki oyunla becerdiler…

Ellerimizi taşın altına sokmadan başarılı olamayız. Şu altında bulunduğumuz bu mukaddes kubbeye adını veren Muhsin Ertuğrul elini taşın altına sokmaktan çekinmediği için şu anda buradayız…

Kendini o büyük ustanın çırağı olarak niteleyen Sevgili Erol Keskin Abimizin son oyununda, onun çömezi olma keyfini yaşayan ve hala genç sanılan, ama orta yaşlı olmanın her türlü ağırlığını ve keyfini de iyiden iyiye tatmakta olan Can Doğan’ın epiloğu şöyle:

Hanımefendiler, Beyefendiler, Darülbedayi’nin sevgiye değer insanları, abilerim, ablalarım, genç dostlarım, şu seksen yıllık delikanlılık pazularını büyütelim. Şu seksen yıllık genç kızı üslubunca süsleyelim de fıstık gibi olsun…

Bunun nasıl yapılacağını hepimiz biliyoruz… Biliyoruz da bilmezden geliyoruz… Bütçemizi oynadığımız oyun sayısına bölersek Broadway’de, West End’de gördüğümüz oyunlardan çok daha iyisini yapabileceğimizi görürüz. Bu mukaddes çatının altında un vardır, yağ vardır, ateş vardır, tencere vardır, kaşık vardır var oğlu vardır… Bütün iş kaşığı tutan eldir… Ve bu el de vardır… İş ki bu el kendini taşın altına sokacak kadar cesur olsun;

Konuşalım!

Ne olur konuşalım!

Diyelim ki; “Kardeşim seyirci bir oyunda kimin oynadığını merak ediyor, afişlerde niçin oyunculardan başka herkesin adı var!”

Diyelim ki; “Şu afişlerimizde oyunun adını okuyabilmek için okuma yazma bilmek yeterli değil, her biri bir sanat eseri gereken afişlerimiz neden sanat değil de Macintosh kokuyor, neden afişlerimizin bazılarında Türkçe değil de İngilizce harfler kullanılıyore… Bizim Genel Sanat Yönetmenimizin adı Erol Keskın değil ki, Erol Keskin’dir”.

Diyelim ki; “Yahu, seneye ne oynayacağım, şimdiden söyleyin ki ezbere başlayayım”.

Diyelim ki, “Biz üç kişilik oyunu Harbiye’de, elli kişilik oyunu Üsküdar’da oynamak istemiyoruz, seyircimizle buluşamıyoruz”.

Diyelim ki; “Reprise’in sürprizi olmaz. Biz artık genç Türk yazarların yeni oyunlarını oynamak istiyoruz, otuz yıl önce yazılmış oyunlarla boğuşacağımıza genç yazarların oyunlarını oynayıp dünya prömiyeri zevkini, bir rolü ilk yorumlayan oyuncu olmanın keyfini yaşamak istiyoruz!”.

Diyelim ki; “Marifet iltifata tabidir, biz oynamazsak niye oyun yazılsın, biz reji yaptırmazsak nasıl yeni rejisör yetişecek, biz rol vermezsek mızrak tuta tuta ihtiyarlayan insanlar ne zaman oyuncu olacak”.

Diyelim ki; “Kimsenin oynamak istemediği ve bu yüzden de pek ciddiye almadığımız çocuk oyunlarının seyircileri 10-15 yıl sonra hedef kitlemiz olacak…. Derme çatmalığı duyumsayanlar 2010 yılında oyunlarımıza gelmezse ne olacak? Eyvaaaaaaah!”.

Diyelim ki; “Üsküdar Tiyatrosu’nda kaloriferin su devridaimi seyircinin de bizim de çişimizi getiriyor!...”

Diyelim ki; “Üsküdar Tiyatrosu’nda çişi gelen erkekler pisuara işerken tuvaletin kapısı ters olduğu için tedirgin oluyor…”

Diyelim ki; “Ey cemaat-i müslimin, Pazar 18:30 oyunlarını sakın kaçırmayın, pek bir keyif almazsınız ama haftada üç matine, iki çocuk oyunu oynamış ve dolayısıyla posası çıkmış, yorulmuş sanatçı nasıl olur konusunda sağlam bir fikriniz olur!”

Diyelim ki; “Maaş ve ikramiyelerin muhasebeden ve altını çizerek söylüyorum şahsa teslim yöntemiyle ödenmesi sağlansın ki, yüzde yüzü çoktan aşmış enflasyonun yaşandığı bir ülkede, tüyü bitmemiş yetimin hakkından vergi olarak alınıp yılda yaklaşık bir milyara yakın para ödediğimiz inşalarla hiç değilse hasret giderelim… Onları çok seviyoruz ve özlüyoruz”.

Diyelim ki; “Bir milyar lira 15.000 dolar eder ve bu parayla dünyanın en iyi rejisörleri tiyatromuzda oyun koymaya gelirler…”

Diyelim ki… abi ne diyeceksek diyelim artık!

 

MERKEZLE BAĞLANTILI BÖLGESEL YÖNETİMLER / Çetin İPEKKAYA

Değerli Şehir Tiyatrosu çalışanları, önce böyle bir buluşmayı gerçekleştirebildiğimiz için hepimizi kutlamak isterim.

Gerek mesleğimizin, gerekse beraberliğimizin, seksen yıllık bir geçmişten ve birikimden hareket ederek ileriye dönük atılımlarına, belki de önemli açılımlar getirebileceği düşünülen böylesi toplantıların, hepimiz için kaçınılmaz bir gereklilik olduğuna inanıyorum.

Ben bu bildirimde tiyatromuzun yeniden yapılanması konusunda bazı öneriler sunacağım.

Bir kurumun yapılanmasını planlamadan önce bazı sorulara yanıt aramak gerekir.

  1. Bu kurum yaşamın hangi alanında etkinlik gösteriyor?
  2. Kurumun amacı nedir?
  3. Kurumun yasal dayanağı nedir ve hangi yasalarla ilişkili olarak işlevini yerine getirecektir?
  4. Kurum etkinliğini nerede gerçekleştirecektir?

Şimdi izninizle bu soruları kendimce yanıtlamaya çalışayım.

  1. Sözü edilen kurum tiyatromuzdur. Yani yaşamın düşün ve sanat alanında etkinlik gösterecektir, üstelik seksen yıldır da göstermektedir. Öyleyse yapılanması da etkinlik alanının özelliğine göre olacaktır. Peki şimdiye kadar hiç mi yapılanması yoktu? Elbette vardı. Ama yeni gereksinimler, yeni durumlar karşısında her zaman değişti bu yapı. Bugün de günümüzde hareket ederek ileriye uzanan bir değişikliğe gereksinim olduğuna inanıyorum.
  2. Kurumun amacı ne? Bu amaç tiyatromuzun seksen yılı boyunca, yeni yönetmeliklerde kimi zaman aynen bırakılıp kimi zaman değiştirilerek günümüze kadar gelmiştir. Bugün kurumumuz yürürlükteki yönetmeliğimizde belirtilen amaç doğrultusunda çalışmak durumundadır. Ama artık bu amaç çağımızın, özellikle de yeni bir çağa adım atmak üzere olduğumuz bir zamanın tiyatrosunun amacı mıdır? Bana öyle geliyor ki Shakespeare’in söyledikleri bu çağ için bile yeterli değil. Tiyatro ayna olma görevini aşalı yıllar oluyor. Tiyatrodan çok daha etkili aynalar, ya çarpık ya da düzgün ama günlük yaşamımızın her anında tam karşımızda duruyor. Üstelik tiyatroyu düşün, bilim ve diğer sanat dallarıyla yakından ilişkilendiriyorsak onların çağdaş işlevi ile bizim amacımızın da bir yerde çakışması gerekmiyor mu?

Hepsinin ötesinde de yeni bir yapılanmayı tartışırken tiyatronun amacını açık seçik saptamadan yeni bir yapılanmayı nasıl önerebiliriz? Bizim yapıya uydurulmaya çalışılan bir amaca değil, amaca hizmet edecek bir yapıya gereksinimimiz var.

  1. Kurumun yasal dayanağının ne olduğu ve hangi yasalarla işlevini yerine getireceği sorusuna gelince;

Bildiğiniz gibi Şehir Tiyatromuz zorlayıcı bir yasa gereğiyle kurulmuş değildir. Yani ülkemizde nüfus yoğunluğu şu kadar olan her ilde belediyeler mutlaka birer tiyatro kurmak zorundadır diye bir yasa yok. Bundan seksen yıl önce yaşananları burada anlatacak değilim, ama seksen yıllık bir olgudan söz edeceğim. Tiyatromuzu ne İstanbul halkı, ne belediye ne de devlet kurdu. İlk adımı atanlar seksen yıl öncesinin teknisyenleri, idarecileri ve sanatçılardır. Ama bugüne kadar gelebilmesinin onuru seyircisi, düşünürü, yazarı, yöneticisi ve tiyatro emekçileri ile kısacası tüm İstanbul’a aittir.

Şimdiki yönetmeliğimizde herhangi bir değişiklik olmasa bile tiyatromuz sanatsal yönetiminin yetkisi içinde atılacak önemli bir adım gerçekleştirilebilir.

Gerek idari yönetimin bağlı olduğu yasalar, gerek bütçe uygulaması, gerek prodüksiyonları doğrudan ilgilendiren Basın ve Halkla İlişkiler, Yayınlar Bürosu, Kitaplık ve Arşiv ve benzeri birimlerin tek oluşu, gerekse yapım atölyelerinin durumu göz önünde tutularak, merkezle bağlantılı bölgesel yönetime hemen geçilebilir. Önce sınırlı bir özerklik anlayışı içinde olacağı için, sonra da bir geçiş döneminin önerisi olduğu için bu uygulamaya yerinden yönetim demek doğru olmaz.

Zaman içinde yeni yasal düzenlemeler ve deneylerin ve deneylerin getireceği bilgi birikimleri gerçek bir yerinden yönetim yapılanmasını olumlu kılabilir. Ayrıca daha önce yaşanan yerinden yönetim dönemlerinden de alınacak pek çok ders bu bilgilere katılacaktır.

Geçiş dönemini şimdiden başlayarak iki yıl diye saptamak gerektiğine inanıyorum. Şimdiden başlamanın ilk nedeni, tatil öncesinde bütün hazırlığın tamamlanarak, tatil bitimi ile yeni çalışma dönemine, yeni uygulamayla başlayabilmek içindir. İkinci ve daha önemli nedeni de ister aynı kalsın, ister yenilensin bir dönem için -ki bu geçiş döneminden sonra belki de iki yılla sınırlı olmayacaktır- bölgesel yönetimde görev alacak kişilere hazırlık için zaman tanıyabilmek amacıyladır. Aslında yeni dönemler için görev almanın başlangıcı Ocak ayı başında olmalıdır ki daha uzun süreli planlamalar yapılabilsin.

Şimdilik ileriki döneme ait düşüncelerime ara verip hemen başlatılmasını önerdiğim geçiş döneminin uygulamasına değin önerilerime geçmek istiyorum.

İlk iş olarak Genel Sanat Yönetmenliği, üzerinde görüşmeler yapılmış, tartışılmış, amaç ve sanat görüşü doğrultusunda görev almayı kabul eden birer sanatçıyı, iki yıllık süre için kentin değişik yerlerindeki tiyatrolarımıza, sanat yönetmeni olarak atayabilir.

Bu yönetmenler kendi seçecekleri dramaturgla birlikte iki yıllık repertuarlarını, yönetmenleriyle birlikte saptayıp merkeze getirirler. Burada Genel Sanat Yönetmeni, Baş Dramaturg, diğer sanat yönetmenleri, idari ve teknik yetkililer ve diğer hizmet birimleri sorumlularıyla birlikte tüm oyunların çalışma takvimi yapılarak son karar varılır.

Yönetmenleri ve hangi zamanda hangi tiyatroda sergileneceği belirlenen oyunlar hemen açıklanarak oyunlarda görev almak isteyecek ya da alması istenen sanatçılarla görüşmeler sonucu kadrolar belirlenebilir.

Böylesine belirlenen bir kadrolaşma ile benimsedikleri amaç doğrultusunda, severek geldikleri bir bölgede buluşan sanatçı, teknisyen, idareci ve yardımcı elemanların hep birlikte planlı, programlı bir çalışma ortamında, özlediğimiz katılımcılık ilkesini düşünülen boyutlara getireceklerine ve sanatsal yetkinliği üst düzeye çıkaracaklarına inanıyorum.

Ayrıca bu tip ekipleşmeler olduğu sürece bölgelerin kendi içlerinde kaçınılmaz bir özeleştiri mekanizması gelişecek ve çalışanların emeklerinin sadece merkezden değerlendirilmesi sonucu olabilecek hata payları da azalacaktır.

Böylece merkezin düzenleyici katılımı ile iki yıllık bir süre için kimin nerede ve ne işte çalışacağı, kimlere değişik bölgelerde gereksinim olduğu, sezonun hangi döneminde, hangi bölgeler arasında oyun dönüşümü yapılabileceği, oyunların bütçelerinde nelere dikkat edilmesi gerektiği, oyunların prova, teknik yapım, tanıtım, toplu satış ve benzeri konular için -arada ki olabilecek kaymalar da hesaba katılarak- çağdaş işletmecilik prensiplerine uygun bir planlama ortaya çıkacaktır.

Sağlam bir planlama ve disiplinli bir uygulamayla yola çıkılabilirse, asıl işimiz olan “sanatsal yetkinlikten ödün vermeme” temel ilkesi de tiyatromuzda olması gereken yere yerleşebilir artık.

Bulundukları yörenin nüfus yoğunluğuna bakılırsa her biri ayrı bir şehir tiyatrosu sayılabilecek ama yetersiz yasal düzenlemeler nedeniyle tam bağımsız olamayan bölge tiyatroları önerdiğim iki yıllık geçiş döneminden yararlanarak hem bölgelerinde geliştirecekleri seyirci ilişkisi hem de uygulamadan edindikleri deneyimler ışığında yasal dayanağı daha olanaklı yapılanma önerileri getirebileceklerdir.

Belki o zaman gerçekçi bir yeniden yapılanmaya gidilebilir. Bugün çok kısa sürede hazırlanmış önerilerle, belki de yarın değişmesini isteyebileceğimiz kesin bir çözüm yerine geçiş döneminin daha yararlı olacağını tekrarlamak istiyorum.

Ama sesimin ulaşabileceği en büyük güçle söylemek istediğim çok daha önemli bir tek şey var.

Bugün kesin kararlılık ve ileride söylediklerimizin tersini yapmayacak sanatçı sorumluluğuyla çağımızın bizden beklediği adımı atmazsak yarın yerimizden bile kalkamayacak duruma geliriz. Unutmayalım ki seksen yıllık geçmişinde aldığı tüm yaraları onurla sarıp bugünlere ulaşan tiyatromuz, bizlerin kararsız, saygısız, sadece bugünü düşünen tavrımızı kaldıramayacak kadar hassas, gerçek bir sanat kurumudur.

Bu kurumun yarınlarını olumsuz etkileyebilecek davranışlara ise özellikle bizlerin hiç hakkı yoktur.

Gelecek günlerin daha iyi olması dileğiyle, beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür ederim.

 

ŞEHİR TİYATROLARI KANUNU ÇIKARILMALI / Türkan KAFADAR

Değerli kurul üyeleri,

İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları, iki başlı yönetilen bir kurum olma sorununu, kuruluşundan bugüne kadar sürüklemiştir.

İ. Belediyesi’nin diğer müdürlüklerinden farklı olarak sanat yönetmeni ve ita amiri müdür tarafından yönetilmektedir. Ne yazık ki, bugüne kadar bu iki yönetim grubunun bir iç tüzüğü müşterek bir yönetmeliği ve Şehir Tiyatroları kanunu yoktur. Hatta, bölümlerin çalışmasını ve sorumluluklarını kesin olarak gösteren bir örgüt şemasına dahi sahip değildirler.

Bu durum kurum içinde huzursuzluk ve olumsuzluklar yaratmaktadır. Bu sebeple ivedi olarak Şehir Tiyatroları kanunu, çağdaş ve Şehir Tiyatroları bünyesine uygun yönetmelik ve iç tüzüğü hazırlanmak üzere çalışmalara başlanmalıdır. Sonuç olarak, kurum içi yetki çalışmaları son bulacak ve her bölüm kendi sorumluluk sınırları içinde ve eşgüdüm yönetim sağlanmış olacaktır.

Çağını yakalamış bir sanat kurumu olmak dileği ile.

Saygılarımla

 

ESKİ KÖYE YENİ ADET / Macit KOPER

İBŞB Tiyatroları, İstanbul Belediyesi’ne bağlı, katma bütçe ile yönetilen, en tekdüze amaç tanımıyla “tiyatro yapmayı ve yaymayı” amaçlayan bir sanat kurumudur. Bu işi yaparken kullandığı paranın kaynağı bir anlamda da kurumun tiyatro sanatı yoluyla kimlere hizmet vermesi gerektiğinin altını çizmektedir. Bilindiği gibi, halka hizmet anlayışı, çeşitli görüşlerle çeşitli kılıklara bürünebilir.

Bizce Şehir Tiyatrolarının, yönetmeliğindeki amaç maddesine uygun bir görev tanımı yapmasının, bu tanımın ayrıntılı ve somut hedeflerini saptamasının ve önüne koyduğu amaçları, kurumun çalışanlarının ortak malı yapan bir çabaya girişmesinin zamanıdır.

Seçilmiş yöneticilerin ve düşünülebilecek en geniş yardımcı kadrosunun öncülük etmesi ve planlaması gereken bu çaba, tiyatronun her üyesi tarafından, gerçek bir sanatsal ortaklık anlayışıyla destek görmezse, başarıya ulaşamaz.

Önümüze koyduğumuz amaçlar eğer ileriye dönük, daha çağdaş, yaratıcılığı ilke sayıp kışkırtan bir sanatsal politika içeriyorsa, içinde bulunduğumuz yapılanmanın ve yürürlükte olan yönetmeliğimizin o amaçlara ve sanatsal politikaya yataklık edemeyeceği görülecektir. Kaldı ki, aynı nedenle kurumumuz Belediye ile olan ilişkilerinde de, içişlerindeki yetki kademelerinde de bir sanat kurumu değil, bürokratik bir aygıt olma yolundadır.

Bütün umutsuzluklarımız, bütün şikâyetlerimizde dile getirmeye çalıştığımız şey aslında, çeşitli nedenlerle bilinç katına çıkmamış olsa da, bir yeniden yapılanma gereksinimidir. Bu yapılanma, dediğimiz gibi yaratıcılığı kışkırtan, tiyatronun yüzünü çağcıl görevleri ve estetiği değiştirmeyi amaçlayan bir yenilenmeyse, bu ancak yaratıcılığın özgürleştirilmesiyle mümkündür. Bu amaç kuşkusuz, sanatsal özgürlüğün, yaratıcı özgürlüğü tariflerini gündeme getirip tartışmalara neden olacaktır. Bu kendiliğinde sürece girildiğinde yine yapılacak ilk iş, yaratıcılığa ilişkin adımların atılmaya başlanmasıdır. Şehir Tiyatroları bu amaca yaklaşmak istiyorsa,

  1. Kurum olarak yapısal değişiklik gereksinimlerini saptamak ve
  2. Kurum üyeleri olarak da kendi özeleştirisini yaparak yenilenmek zorundadır.

Kurumun yeniden yapılanma gereksinimi varsa, bu mutlaka yeni ya da henüz gündeme getirilmemiş sanatsal ve kültürel amaçlardan kaynaklanmaktadır, kaynaklanmalıdır. Bu amaçlarla tasarlanacak ve hayata geçirilecek olan ilke ve yasalar, bireylerin sanatsal özgürleşmelerini engellemeyecek, özerkleşme yeteneklerini geliştirecek ilke ve yasalar olmalıdır. Çünkü bu yapılanmayı bireyler, özellikle bir şeyler yapabilmek ve o şeyleri yapmakta özgür olmak için istiyorlar.

Bir kurumun yıllardır kullanılan yasaları, kendiliğinden bir baskının ve alışılmış yaptırımların, kabullenilmiş nedeni haline gelirler. Kurumun değişmezliğini güvence altına alan bu yapıyı değiştirecek olan, aynı yapının üyeleri, aynı yapıyı daha önce herhangi bir biçimde kabullenip değişmezliğini sağlamış olan insan malzemesidir. Herkes –bu kurumda geçirdiği yıllara oranla herkes- bu kurumun, bu kurumu değiştirilemezmiş gibi görünen biçimde kurumlandıran, kurumun yasalarıyla biçimlenen üyeleridir. Bu insan malzemesi, istenen yapısal değişikliği gerçekleştirebilmek için, yapısal olarak değişmek ve tavrını bu defa katılım, destek, uyum ve inanç biçiminde koymak zorundadır. Bu tabanın özümsemediği, özümsemekte bireysel bir çaba göstermediği, inançla katılmadığı bütün değişimlerin başarısızlığa mahkumdur.

Ve… Her türlü yeniden yapılanma çabası, sonuçta bizi bir “eşitlik” kavramının eşiğine getirecektir. Şikayetlerimizin çoğu, bu kavramın açıklanma güçlüğünden kaynaklanır.

Eşitlik nedir? Herkese aynı olanakların sağlanması mı?

Bu mümkün müdür? Gerçekten doğru ve adil midir?

Yoksa herkese, bir şeylere göre, belirlenmiş oranlarda eşitlik mi?

Neye göre ve ne oranında? “Herkes yönetime katılmalıdır ve bu konuda eşit olmalıdır” cümlesi doğru mudur yoksa sorgulanabilir mi?

Bu herkes kimdir?

Kimlerin eşit olduğuna kim karar verecek?

Bu soruların yanıtı, herkesi olabildiğince ortaklığa katılabilecek duruma getiren eğilimde, bu eğilimin bireysel özveriyle eğitilmesindedir.

Eşitlik istemi, özellikle kolektif bir yaratım olduğunu iyi bildiğimiz tiyatro alanında, sorumlulukların eşitliğini de taşır. Katılımsız ve sorumsuz bireylerin eşitlik istemleri de, dolayısıyla yapıcı olamayan eleştirileri de, kurumun ve üyelerinin sağlığı açısından ciddiye alınamaz, alınmamalıdır. Onlar eski yapının muhalif görünen sözcüsüdürler ve kurumun özerkleşme istemi sırasındaki kendiliğinden uyuma da direnecekleri görülecektir. Bunlar her türlü sorumluluğun dağıtımına kuşkuyla bakar ve her zaman zorla yüklenmiş zorunlu memurin görevleri dışındaki sorumluluklardan uzak durular. Hiç değişmeyecekmiş gibi görünen kurumun bünyesi, bu bireylerin sorumsuz bünyesinde yapılanır.

Hiçbir sanatsal kurum için yaratılmış bir demokrasi, özgürlük, yaratıcılık planı ve programı yoktur. Her sanatsal kurum, kendi bireyleriyle, bu kavramları kendisi için yeniden yarattığı zaman, resmi olarak özerk olmasa bile, özgürleşmiş bir kurumdan söz edilebilir.

Şimdi bizi biçimleyen yasaları sorgulamanın, “Neden bu yönetmelik de bir başkası değil?” sorusunu sormanın zamanıdır. Ancak, yinelemek gerekir ki, eğer katılım kurumun bireyleri tarafından, onları ilgilendiren bir görev olarak düşünülmüyorsa, kurumu dönüştürmek, kendi demokrasisini yaratma yoluna girmek anlamına gelen bu soruyu sormak, anlamsızdır.

Eski yapının orasını burasını onarıp yamayarak, bazı girişimlerde bulunuyor görünmek de mümkündür. Bu anlayış içinde, kaliteyi bir miktar iyileştirmek –ki bunun da hiçbir garantisi yoktur- ilk akla gelen tek reformdur. Bu kalite reformu, genel bir sanat politikası inşası ve atılımı gerektirmediği için, her defasında kendi içine, kendi bünyesine çekilmek eğilimindendir. Bu eğilimde izleyicinin tiyatro sanatıyla ilgili zevklerinin değişip gelişmediği, üstüne gitmek de gerekmediği görüşü ağır basar ve zaten yaratıcılığa fazla ödün vermeyen yapı, hüdayinabit yeteneklerin kendi kuyruğunu kovalayan çaresiz tavrıyla bütünleşir.

Bu bildirinin sahibi kendi adına, yeni, daha özerk bir yapılanmayı kendimiz için istemek ve üretmekten yanadır. Sanatsal, kurumsal ve bireysel sorunlarımıza yanıt verebilecek yapılanmanın, yeniden ve ayrıntılarıyla düşünülmüş bir “yerinde yönetim”e inanıyor, ancak, tepeden inme bir yerinden yönetimin de kısa zamanda içselleştirilemeyeceğini düşünüyorum. Yerinden yönetime ayaklık eden, bünyemizi hızla bu cins bir yaratıcı sürece hazırlayacak bir yapılanmanın yolları aranmalı ve ilk adımları süratle atılmalıdır.

Bu bildirinin özellikle etik bir alanı kışkırtmaya çalışmasının nedenlerine kısaca değinerek bitirmek istiyorum.

  • Sözünü ettiğimiz adımların ilk adımının, kurumun ve kurum üyelerinin sanatsal çıkarlarının, karşılıklı bir etkileşim içinde olduğunu anlamak ve kurum üyelerinin birbirleri hakkındaki bilgilerini artırdığında, gündeme kendiliğinden gelecek olan sevgiyi bir an önce göreve çağırmak.

Üretici birliktelikler dileğiyle…

 

DARÜLBEDAYİ’DEN GÜNÜMÜZE / Zihni KÜÇÜMEN

Değerli arkadaşlar, sayın konuklar,

Tahmin edeceğiniz üzere, şu on dakikada sizlere en ideal tiyatro yönetimi biçimini, ayrıntılarıyla anlatabileceğimi sanmak, eski bir “Hüsn-ü Kuruntu”dan ileri gidemez. Aslında bu, dakikalarla sınırlı olmak sorunu da değildir. Söylemek istediğim şudur: Hiçbir sanat dalında kesin, değişmez olan bir kural bulunmadığı gibi, bugün en ideal sandığımız bir yönetim biçimi, yarın işlevini yitirebilir de. Ayrıca, bu konudaki doğrulara da, gene bildiğiniz üzere, farklı düşünceler üretilerek yaklaşılabilir.

İBŞT’nin geçmişteki tek adamlı, yönetim ve edebi kurullu yönetim biçimlerine kuşbakışı da olsa bakılırsa, buradan, gelecekteki yönetim biçimlerine dair bazı ipuçları bulunabilir.

Bugün, merkezden yönetilen beşyüz kadar çalışanıyla, -Gaziosmanpaşa Tiyatrosu yeniden açıldığında- altı sahnesiyle, bir Tiyatro Stüdyosu ile, beş sahnesinde verilen çocuk oyunlarıyla, dünyada bir eşi daha bulunmayan bir Belediye Tiyatrosunu, bu olmuş bitmiş haliyle karşısında bulan genç sanatçılar, bu kurumun seksen küsur yıla nasıl ulaşabildiğine pek kulak vermeden, bugünü, -bu olmuş bitmişliğiyle- olağan karşılarlarsa İBŞT olgusunu iyi değerlendiremezler. Çünkü ülkemizin, düzenli olarak perdelerini açan bu ilk ödenekli tiyatrosu, bir avuç heveslinin, dahası tiyatro aşığının büyük özverileyile bugünlere taşınmış; onu hazırlop bulanların akıllarından bile geçiremeyecekleri savaşımlarla erken yaşlarda hastalanmış, sakat kalmış, yaşama veda etmişlerdir. Anımsatma babında, burada küçük bir örnek vermek istiyorum. Daha çok bilgi edinmek isteyenler, anı kitaplarından, tiyatro tarihinden, belgeliklerden yararlanabilirler. 1923 yılının ramazan ayında, yani kuruluşundan 9 yıl sonra, Darülbedayi denilen İBŞT, temsiller verebilmek için Türk Tiyatrosu adlı özel bir tiyatroyla işbirliği yapmak zorundaydı. Neden mi? Yeteri kadar sanatçısı yoktu da ondan! Vakit kazanmak için yalnız kadın sanatçıları sayayım. İşte Darülbedayi kadrosu: Zabel, Roza, Sara Mannik, Anais hanımlar. İşte özel Türk Tiyatrosu kadrosu: Eliza Binemeciyan, Adriyen, Yevkine, Aznif ve Kınar hanımlar. Bu isimleri de şu nedenle zikrettim: Duydunuz, aralarında bir tek Türk kadın sanatçı bile yok. İki tiyatronun birleşmesinden ancak dokuz hanım ve onüç erkek oyuncu çıkabiliyor. Salt, 1923 ramazanında yirmi dört ayrı oyunu oynayabilmek için! Yani her gece başka bir oyun, çünkü seyirci o kadar. 1935’lere kadar da İBŞT sanatçıları her hafta yeni bir oyun çıkarmak zorundaydılar.

Değerli tiyatro adamımız, hocamız Muhsin Ertuğrul’un bir sözünü burada anımsatmakta yarar görüyorum: “Hiçbir hükümet, hiçbir belediye, hiçbir kurum bize ‘Aman tiyatro yapın! Tiyatroya gereksinmemiz var!’ demez, dememiştir. Tiyatroyu, biz tiyatrocular yapar, onlara kabul ettirmek için de sadece sahnede değil, sahne dışında da çaba gösteririz” demiştir.

Bu tiyatronun 1914’ten 1927’ye kadar olan döneminde salt ramazan aylarında temsiller verebildiğini, ayakta kalabilmek için de o günlerin zor koşullarında Anadolu turnelerine çıkmak zorunda kalışlarını, buna karşın yönetimine o dönemim edebiyatçılarının el koyduğunu okumuşsunuzdur. O yıllardaki edebiyat, kuşağının tiyatro beğenisi de Fransız vodvil ve melodramlarının uyarlamasından öteye gidemiyordu. İşte şimdi, bu noktada İBŞT’nin bugününü de, geleceğini de ilgilendiren en önemli saydığım bir olguya işaret etmenin yeridir kanısındayım: O dönemim Darülbedayi sanatçıları, ne yazık ki kendi kendilerini yönetecek, oyun dağarını hazırlayacak birikim ve donanımdan yoksundular. Ama ondan da öte, belki koşullar gereği, böyle bir kaygı ve çabaları da yoktu. İçlerinden biri, dış ülkelerde tiyatroyu tiyatrocuların yapması gerektiğini gördü ve bu olguyu bizzat içinde yaşayarak öğrendi. O da Muhsin Ertuğrul gibi bir misyon adamından başkası değildi. Fakat ne yazık ki gene o günün koşullarında da olsa, bu kaygıyı ondan başkası taşımaya soyunamadığı için, birikim, öğrenim, edinim, donanımdan çok sahnede görünmek daha ağır bastığı için, Muhsin Ertuğrulsuz dönemlerde, tiyatro yönetme heveslisi, tiyatro dışı kimseler, edebi kurullara, yönetime yeniden sızarak, İBŞT’yi yörüngesinden saptırma yollarını hep bulmuşlardır. Ama yol boyunca, bunun tersi de görülmüştür. Zaman zaman, artık tiyatro yönetme, oyun dağarı hazırlama olgunluğuna eriştiklerine karar veren bazı İBŞT sanatçıları da yönetime istekli olmuş, ancak az önce söylediğimiz nedenlerle gene başarılı olamamışlardır. Bu kurumun, zaman zaman vesayet altında kalmasının sorumluluğu, üzülerek söylüyorum, tiyatronun yazınıyla, biçemiyle, akımlarıyla, tarihiyle, güncelliğiyle, geleceğiyle ilgilenmeye vakit bulamamış bazı sanatçılardadır. Bunu, özellikle şunun için belirttim: 21. Yüzyılın İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrolarının gereksinim duyacağı asıl güç; bilgili, kültürlü, birikimli, donanımlı, kendini durmadan yenileyen gerçek tiyatro adamları ile tiyatronun toplu yaratmada, hiç değilse asgari kültürel müştereklerde aynı dili konuşan, belli bir estetik düzeye ve beğeniye ulaşabilmiş, oldukça geniş bir dünya görüşünde anlaşmaya varmış ekiplerdir. Bu düzeye ulaşılamazsa, bunun için çaba gösterilmezse, hiç değilse böyle bir istek taşınmazsa, bu tiyatro gene her gece perdelerini düzenli olarak açsa da, içinde yapılan şeyin tiyatro sanatı olduğunu söylemek hayli zorlaşır.

O zaman, 1914’ten 1927’ye, 1949’dan 1959’a, 1966’dan 1973’e kadar olan dönemlerde rutin tiyatroculuk çizgisine düşülür.

Bildiğiniz gibi, bırakın tiyatroyu, rutin; sanat dışı kurumlar, hatta sınai ve ticari kuruluşlar için bile bir çökmenin, yok olmanın ilk adımıdır. Amerika’yı tekrar tekrar keşfetmeksizin, bizim görebildiğimiz yönetsel yapı, her sahnenin yerinden yönetimidir.

Bu, sadece tiyatro için değil, artık sağ ve liberal görüşlü politikacıların bile ülkemize salık verdikleri bir yönetim biçimidir. Bu tür yönetimin ilk denemeleri de 1976’dan 12 Eylül darbesine kadar bu kurumda yapıldı. Elbette yeniydi, denenmemişti, yılların verdiği alışkanlıkla kuşkuyla karşılayanları da vardı; zamanla giderilecek olan birçok eksikliği, hatta yanlışlıkları da bünyesinde taşıyordu. Ama görüldü ki tiyatro yönetme, oyun dağarı hazırlama, oyun yönetme seçme, rol dağıtımı ve yıl sonunda da hangi yevmiyeli oyuncuların stajyer kadroya alınmasına, hangi stajyerlerin sanatçı kadrosuna geçirilmesine, hangi sanatçıların terfiine karar verilmesi gibi hem sanatsal, hem yönetsel işlemler, katılımcı ve demokratik bir yöntemle pekala yapılabiliyor, hiç değilse denenebiliyordu. Çünkü o güne kadar, merkezden yönetimin büyük havuzunda eşyanın tabiatı gereği kaybolanlar, ortama yabancılaşanlar, yerinden yönetimde, günün neredeyse 9-10 saatinde bir arada olabilme, kendi işine sahip çıkabilme yolunda, ekip çalışmasına, ekip ruhuna giderek yaklaşma adımlarını atıyordu.

Yöneticilerini, yönetmenlerini, oyun dağarını kendi seçecek, bütçesini kendi yapacak bu ödenekli ve özerk birimler, 21. Yüzyılda İBŞT’ye yeni atılımlar sağlayabilecektir görüşündeyim. Yönetmen, oyuncu, tasarımcıların katılımı da ancak bu doğrultuda oluşabilir diye düşünüyorum.

Dünyanın her yerinde ödenekli tiyatrolar ayrı ayrı birimler halinde çalışırken bu olguyu görmezlikten gelmek, yönetmelikleri hep eski yönetmeliklerin revizyonlarıyla geçiştirmek, 21. Yüzyılda İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrolarını nereye götürebilir, düşünmek bile istemiyorum.

Teşekkür ederim.

BUGÜN... 21. YÜZYILIN İLK GÜNÜ / Başar SABUNCU

KURUM VE YÖNETİM / Avni YALÇIN

2000'Lİ YILLAR İÇİN TİYATRO ve İSTANBUL ŞEHİR TİYATROSU / Burteçin ZOGA